Aynı ağacın altında tekrar görüşeceğimize inanarak tam otuz beş yıl yaşadım. İşin ilginç yanı (ki, bence en saçma kısmı da burası), o ağacın altına ya da yanına ya da yöresine ya da ona yakın herhangi bir yere hiç uğramadım. Sadece bir inançla, günün birinde görüşeceğimiz inancıyla yaşadım. Beklemek de denebilirdi buna pekâlâ, şayet gidip ağacın oraları şöyle bir kolaçan etseydim. (En azından bir kere be adam, bir kere, değil mi ama!) Ama hayır, beklemek denemez buna; oyalanmak gibi daha çok: Köşe başında durmak, kolunu kaldırıp saate bakmak, daha kolun inerken saati unutmak ve geçip gidenler ahmaklığını fark etti mi diye içerlemek gibi. Denebilir ki asla benim olmamış ve olmayacak bir inancı boynumdan aşağıya bir kolye gibi sarkıtarak yaşadım. Bir şeyler olacak ve olacak olan o şey, eski bir tanıdığı bana hatırlatacakmış gibi yaşadım. Bunun olmayacağını bilerek de yaşadım elbette. Bunda acıklı bir yan yok artık. Bir şey hissediyor bile değilim, çok zorlarsak eğlendiğimi bile söyleyebiliriz. Koltuğa hayal meyal uzanmak, dönen dünya karşısında gözlerini kırpıştırarak boş boş tavana gülümsek bu düpedüz. Böyle değilse bile, diyelim ki değil, ne çıkar! Nasıl tarif edersem, o şeye dönüşüyor yaşamım. En ahmakça yaşam ve en bilgece yaşam arasında bir fark görünmeyeli epey oluyor.
Bir ağaç varsa bile, ki yok, nerede olduğunu nereden bilebilirim, ki bilmiyorum. Oraya gitsem, ki gitmem, doğru zamanda gitmeyi başaracak mıyım dersiniz, ki asla başaramam. Hadi diyelim bilmediğim bir yerdeki bir ağacın altında, bilmediğim bir zaman boyunca beklemeyi yeğledim, ki yeğlemem, kim gelecek acaba, ki kimse gelmez. Tanıyabilmek mümkün olur mu geleni, ki olmaz, karşısında durup da ne söyleyebilirim, ki hiçbir şey söyleyemem. Anlıyorsunuz ya, ona sarılmam gerekir, ki sarılmam, onu özlemiş olmalıyım, ki özlemem. Tanımadığım biri olduğunu kabullensem bile, ki kabullenmem, onu en baştan tanımam gerekir, ki tanımam. Sadece bununla da bitmiyor, elinden tutmalıyım onun, ki tutmam, gel demeliyim, ki demem, parklar bahçeler boyunca yürümeliyim, ki yürümem, yorulunca durmalıyım, ki durmam, ona bakmalıyım, ki bakmam, gözünün içine bakmalıyım hem de, ki gene ve ısrarla bakmam, kendimden vazgeçmeliyim, ki geçmem, tüm bu zırvalıklar böyle sürüp gidemez ya, ki gitmez. Evet, gerçekten de gitmez.
İşin garibi, bir ağaç da tekrar oraya gideceğime inanarak on yıllar boyu büyümeyi sürdürecek. Onun yerinde olsaydım, ki öyleyim, ben de aynısını yapardım, ki yapıyorum.
Dipnot: On yıl önce yazdığım bir metni daha tozlu arşivlerden çekip çıkarıp burada paylaştım. Tabii o zamanlar ilk cümlede “yirmi beş yıl yaşadım” yazıyordu, buruk bir gülümseme ile orasını düzelttim. Daha da buruk bir gülümseme ile ne işe yarayacağını kestiremediğim bu metni burada yayınlamanın faydasını düşündüm.
Kabul etmeliyim ki, kendimi anlatırken bazen geveze oluyorum, ama zihnimin bir köşesinde (bazen de orta yerinde) “bunu anlatmaya ne gerek vardı şimdi” deyip duruyorum. Kendimi önemsemekten ödüm kopuyor sanırım. Bunun gülünç -ve ahmakça- bir şey olacağına inanıyorum. Fakat böyle bir inanca dört elle sarılmak da yaşamı akıl almaz biçimde sıkıcı kılıyor. Basit şeyleri bile abartmak, evirip çevirerek şöyle veya böyle süslemek zorunda hissediyorum. Diğer türlüsü, yani yaşamı olduğu bayağılığı ile yaşamak, sanıldığından daha büyük bir bilgelik gerektiriyor. Şimdiye dek olmuş ve bundan sonra olacak her şeyin hiçlikler arasında gerçekleşen bir hiç olduğuna bir kere kani olduktan sonra insan, değeri hiç’ten fazla olduğu söylenen şeylere de istemsiz bir küçümseme ile bakıyor. Bilmem anlatabiliyor muyum (çünkü ben anlamıyorum).
Demem o ki, bir diyeceğim yok ve bundan ötürü de zaman zaman bir şeyler deyip duruyorum. Bunların ciddiye alınacak bir yanı olmadığı gibi, ciddiye alınmamayı gerektirecek bir yanı da yok. Evinde otururken, hiç umulmadık bir anda bir eksikliğin gelip çöreklenmesi ve önce kalkıp mutfağa giderek etrafına şöyle bir bakınman ve sonrasında ceplerini yoklayarak üstünü başını giyip anahtarları alıp sokakta biraz yürümen gibi; veyahut bunları istemen ama yapmaman gibi. Öyle zamanlar olur ki, bu isteğin gerçekleşir, gelgelelim bazen de sadece mutfağı arşınlama aşamasında kalır. Kimi zaman da sadece oturduğun yerde sağa sola dönersin ve isteğin kaybolmasını beklersin. Bu seçeneklerin her birinin hemen hemen eşit değerde (değersizlikte) olması gibi; bu yazıyı yazmayı istemem, yazmam veya yazmaktan vazgeçmem.
Bunu anlatmaya ne gerek vardı şimdi.
Anlatmaya epey gerek var bencesi bu işin… Dinlemeye yürekten gönüllüyüm çünkü. Teşekkürler!
Sizin yazılarınızda lezzetli bir gizem var. Kızmazsanız Murakami-vari diyeceğim geliyor. Büyük zevk alıyorum okurken. Daha uzun şeyler yazmayı mıutlaka düşünüyorsunuzdur. Kesinlikle yazın derim. Teşekkürler.